Yadigar'ın anlatısı:
Yüreğiyle dinleyen herkes Deliyar uçurumuna gidince ismimizin yankılandığını duyabilir:
“Azer! Azer! Azer!”
“Yadigar! Yadigar! Yadigar!”
Neredeyse gelen herkes aynı soruyu sorar: “Hikayeleri nedir?”
Azer ile ben törelerimizin kurbanı olduk. İkimiz de bambaşka dünyalarda yaşamamıza rağmen yollarımız kesişti. Aldığımız kararlar bizi bu uçurumun sonuna sürükledi.
Azer bir oba beyinin tek oğlu olarak dünyaya geldi. İyi yetiştirilmiş olan Azer günün birinde “Beni gurbet tuttu” diyerek yola atılmaya karar verdi. Ailesi buna başta ne kadar karşı olsa da sonunda ikna oldular. En iyi yoldaşı, sazını yanına alarak yollara düştü.
Uzun yollar alan Azer herkesi kendine hayran bıraktı. Bu köylerden birinde sazını boş bulduğu tek yerin en tepesine yerleştirmesi üzerine köy halkına farkında olmadan meydan okudu. Bütün aşıkları büyülemeyi başarmasıyla herkesin saygısını kazandı: “Sazına yer beğenen gözün değil, meğer yüreğinmiş oğul.”
Kısa zaman sonra benim bulunduğum obaya ulaştı. Ancak coşkulu dereyi o sıralarda kimse aşamıyordu. Herkes onu kendi halinde yoldan geçen bir aşık sandı başta ancak Azer’im herkese aksini kanıtladı. Sazını çalmasıyla ırmağın durulması bir oldu ve babam Deli Türkmen dahil herkesi etkiledi.
Annemle babamın çocuğu olmuyordu. Annem günün birinde rüyasında Ermiş Kişiyi gördü ve bir seçim yapması istendi. Ya kör bir oğul ya da dilsiz bir kız doğuracaktı. Annem dünyanın bütün güzelliklerinin görülmeye değer olduğunu düşünerek dilsiz bir kız diledi. Ve ben doğdum. Ermiş Kişinin sözleri üzerine 7 yıl boyunca isim koymadılar. Ardından ben 7 yaşıma bastıktan sonra annem bir rüya daha gördü. Ermiş Kişi: "Yadigar olsun kızın adı. Bizden yadigar. Lakin bu kutlu kızın beşiği danışıksız kertilmiştir. Buna bir bedel gerektir. Ödenecektir." diye buyurmuştu, bunun üzerine sadece gözlerim açık kalacak bir şekilde gece-gündüz çıkmamak üzere peçeyle kapattılar yüzümü. Bu peçenin ipine kırk düğüm attıktan sonra yüzüme mühürlendi. Ermiş Kişi peçenin ancak kendi kendine açıldığı zaman, diliminde bağlarının çözüleceğini söyledi. Bunun üzerine annem, Sırma Hatun dediklerini harfiyen uyguladı ve sözlümün ailesiyle bir anlaşma yaptılar. Bu anlaşmaya göre bağlarım çözülene kadar beklemeye iki aile de razı oldu.
Dilsiz olmama rağmen el hünerlerimi konuşturturdum. Dokuz diyarda dokuduğum kilimlerin ünü yayılırdı. Uzun kilimler dokurdum; uzun şelfeler, ulu beşikler, heybeler, kolanlar, semerler, dizginler, saçaklar. Kelimelere dökemediklerimi, kilimlere dokurdum; yüreğimdeki eksikliğini durmaksızın hissettiğim o burukluğu parmaklarıma vururdum. Çadırımın önünde dizi dizi sıralanırdı yaban insanlar sırf beni görebilmek için. Buna rağmen Azer bilmezdi yeteneğimi. Kendi hünerine kilitlendiğini söylerlerdi ona, utandırırlardı.
Dilsiz bir kız olmanın cilvesidir ki kendimi kilimlerime adamıştım. Zaman zaman atıma atlayıp kırlarda gezer ot toplardım. Bunları kazanlarda kaynattıktan sonra kimsenin bilmediği, kimsenin görmediği kök boyalar bulurdum. Dağın, taşın, otun, çimenin dilinden benden iyi kimse anlamazdı. Doğa konuşurdu, paylaşırdı altında yatan bütün sırlarını.
Nevruz günleriydi. Çadırıma kapandığımdan beri insan yüzü görmeyeli epey olmuştu. Güneşin batmaya başladığı vakit kır gezisine çıktım. Tabiatla birleştikçe kendime geliyor, diriliyordum. Atımla gezinirken ansızın duruverdi. Uzaklardan belli belirsiz bir ses duyar gibi oldum. Atımda bu sesi çağrı gibi algılamış olmalıdır ki yerinde duramaz oldu. Derken omzuma ne hikmetse bir güvercin kondu. Olan bitene anlam veremedim. Atım dellenmeye başlayınca söz geçiremez oldum. Bu güne kadar sözümden çıkmamış atım kontrolsüzce hızlanmaya başladı ve sonunda önümüze bir orman çıktı. Ceylan bizi bekliyormuşcasına ormanın eteklerinde duruyordu. Yolu göstererek ormanın derinliklerine sürükledi bizi. Ardından sazının ve sesinin kudretiyle ilkindim. Güvercin omzumdan uçup Azer'in sazının üstüne kondu. Uzun süre bakakaldık birbirimize. Gözlerimi alamıyordum. Tül peçem, Azer'in sesinin hikmetine, sazının tellerine ve gözlerinin derinliğine kapılarak titremeye başladı. Ağzıma, dilime, yüzüme mühürlenen peçenin kırk düğümün kırkı kendiliğinden birer birer çözüldü. Mesutla sözcükler dilimden birer birer döküldü: "Azer! Azer! Azer!" Ne desem, ne kadar teşekkür etsem azdı. "Dilimin ağusunu çözdün, yüzümün bukağısını düşürdün, dilimin büyüsünü çözen Azer, sazın ve de elin öpüp başıma koymak isterim." dememle beraber Azer, alnımdan öptü.
Atıma atlayıp uzun bir süre yol gittik. İlk kez rüzgarı hissettim yüzümde. Üşümenin bu kadar tatlı bir his olabiliceğini kim bilebilirdi? Azer'in soluğu yaktı boynumu. Meraklanan sabırsız babam atlıları salmıştı arkamızdan. Bizi beraber görenlerin hoşuna gitmemiş olacaktır ki o vakit kaybetmeden düğün tarihini sordular.
Babam bu müjdeyi karşılıksız bırakmayacaktı elbet. Üç defa sordu Azer'e: "Irmağı aştırdın, ormanı savuşturdun, tek kızımın dilinin büyüsünü çözdün. Üç ulu keramet gösterdin obama, üç ulu iyilik. Üçü de ağırlığınca altın eder. Nedir dileğin söyle aşık. Dileğin buyruğum olacaktır, çekinme ne dilersen dile. Deli Türkmen'in obası zengin obadır, umarım dileğini karşılar." Üçünde de aynı cevabı aldı: "Dileğim sağlığındır, obanın erincidir." Babam bu cevabını kabul etmedi ve diretti. Bütün bu ısrarın sonunda Azer: "Beyim o halde kızın Yadigar'ı isterim. Dilinin büyüsünü çözdüm, ola ki yüreğinin kilidini de açarım." dedi.
Babamın beklentilerinden çok farklıydı bu istek. Önceden beşik kertildiği için babam bu dileği şiddetle geri çevirdi. Borcunun karşısında mahcup kaldı. Ama bu bize engel olmadı. Sevdiğimin yanına kaçıp at üstünde gezerek yaşamaya başladık. Ancak benim kilim dokumam, Azer’in saz çalması gittiğimiz her köyde iz bıraktığı için babamın peşimizden taktığı insanları atlatmamız güçtü. Sürekli yer değiştirdik, ta ki gidebileceğimiz başka yer, çalabileceğimiz başka kapı kalmayana kadar... Atlarımız bizi başladığımız yere geri getirdi, Deliyar uçurumuna. Birbirimiz olmadan bir hayat düşünemediğimiz için ikimizde tereddüt etmeden uçurumdan atladık.
Şimdi ise sonsuza dek korkmamıza ve kaçmamıza gerek kalmaksızın beraberiz. Ebedi aşkım Azer ile...
“Azer! Azer! Azer!”
“Yadigar! Yadigar! Yadigar!”
Neredeyse gelen herkes aynı soruyu sorar: “Hikayeleri nedir?”
Azer ile ben törelerimizin kurbanı olduk. İkimiz de bambaşka dünyalarda yaşamamıza rağmen yollarımız kesişti. Aldığımız kararlar bizi bu uçurumun sonuna sürükledi.
Azer bir oba beyinin tek oğlu olarak dünyaya geldi. İyi yetiştirilmiş olan Azer günün birinde “Beni gurbet tuttu” diyerek yola atılmaya karar verdi. Ailesi buna başta ne kadar karşı olsa da sonunda ikna oldular. En iyi yoldaşı, sazını yanına alarak yollara düştü.
Uzun yollar alan Azer herkesi kendine hayran bıraktı. Bu köylerden birinde sazını boş bulduğu tek yerin en tepesine yerleştirmesi üzerine köy halkına farkında olmadan meydan okudu. Bütün aşıkları büyülemeyi başarmasıyla herkesin saygısını kazandı: “Sazına yer beğenen gözün değil, meğer yüreğinmiş oğul.”
Kısa zaman sonra benim bulunduğum obaya ulaştı. Ancak coşkulu dereyi o sıralarda kimse aşamıyordu. Herkes onu kendi halinde yoldan geçen bir aşık sandı başta ancak Azer’im herkese aksini kanıtladı. Sazını çalmasıyla ırmağın durulması bir oldu ve babam Deli Türkmen dahil herkesi etkiledi.
Annemle babamın çocuğu olmuyordu. Annem günün birinde rüyasında Ermiş Kişiyi gördü ve bir seçim yapması istendi. Ya kör bir oğul ya da dilsiz bir kız doğuracaktı. Annem dünyanın bütün güzelliklerinin görülmeye değer olduğunu düşünerek dilsiz bir kız diledi. Ve ben doğdum. Ermiş Kişinin sözleri üzerine 7 yıl boyunca isim koymadılar. Ardından ben 7 yaşıma bastıktan sonra annem bir rüya daha gördü. Ermiş Kişi: "Yadigar olsun kızın adı. Bizden yadigar. Lakin bu kutlu kızın beşiği danışıksız kertilmiştir. Buna bir bedel gerektir. Ödenecektir." diye buyurmuştu, bunun üzerine sadece gözlerim açık kalacak bir şekilde gece-gündüz çıkmamak üzere peçeyle kapattılar yüzümü. Bu peçenin ipine kırk düğüm attıktan sonra yüzüme mühürlendi. Ermiş Kişi peçenin ancak kendi kendine açıldığı zaman, diliminde bağlarının çözüleceğini söyledi. Bunun üzerine annem, Sırma Hatun dediklerini harfiyen uyguladı ve sözlümün ailesiyle bir anlaşma yaptılar. Bu anlaşmaya göre bağlarım çözülene kadar beklemeye iki aile de razı oldu.
Dilsiz olmama rağmen el hünerlerimi konuşturturdum. Dokuz diyarda dokuduğum kilimlerin ünü yayılırdı. Uzun kilimler dokurdum; uzun şelfeler, ulu beşikler, heybeler, kolanlar, semerler, dizginler, saçaklar. Kelimelere dökemediklerimi, kilimlere dokurdum; yüreğimdeki eksikliğini durmaksızın hissettiğim o burukluğu parmaklarıma vururdum. Çadırımın önünde dizi dizi sıralanırdı yaban insanlar sırf beni görebilmek için. Buna rağmen Azer bilmezdi yeteneğimi. Kendi hünerine kilitlendiğini söylerlerdi ona, utandırırlardı.
Dilsiz bir kız olmanın cilvesidir ki kendimi kilimlerime adamıştım. Zaman zaman atıma atlayıp kırlarda gezer ot toplardım. Bunları kazanlarda kaynattıktan sonra kimsenin bilmediği, kimsenin görmediği kök boyalar bulurdum. Dağın, taşın, otun, çimenin dilinden benden iyi kimse anlamazdı. Doğa konuşurdu, paylaşırdı altında yatan bütün sırlarını.
Nevruz günleriydi. Çadırıma kapandığımdan beri insan yüzü görmeyeli epey olmuştu. Güneşin batmaya başladığı vakit kır gezisine çıktım. Tabiatla birleştikçe kendime geliyor, diriliyordum. Atımla gezinirken ansızın duruverdi. Uzaklardan belli belirsiz bir ses duyar gibi oldum. Atımda bu sesi çağrı gibi algılamış olmalıdır ki yerinde duramaz oldu. Derken omzuma ne hikmetse bir güvercin kondu. Olan bitene anlam veremedim. Atım dellenmeye başlayınca söz geçiremez oldum. Bu güne kadar sözümden çıkmamış atım kontrolsüzce hızlanmaya başladı ve sonunda önümüze bir orman çıktı. Ceylan bizi bekliyormuşcasına ormanın eteklerinde duruyordu. Yolu göstererek ormanın derinliklerine sürükledi bizi. Ardından sazının ve sesinin kudretiyle ilkindim. Güvercin omzumdan uçup Azer'in sazının üstüne kondu. Uzun süre bakakaldık birbirimize. Gözlerimi alamıyordum. Tül peçem, Azer'in sesinin hikmetine, sazının tellerine ve gözlerinin derinliğine kapılarak titremeye başladı. Ağzıma, dilime, yüzüme mühürlenen peçenin kırk düğümün kırkı kendiliğinden birer birer çözüldü. Mesutla sözcükler dilimden birer birer döküldü: "Azer! Azer! Azer!" Ne desem, ne kadar teşekkür etsem azdı. "Dilimin ağusunu çözdün, yüzümün bukağısını düşürdün, dilimin büyüsünü çözen Azer, sazın ve de elin öpüp başıma koymak isterim." dememle beraber Azer, alnımdan öptü.
Atıma atlayıp uzun bir süre yol gittik. İlk kez rüzgarı hissettim yüzümde. Üşümenin bu kadar tatlı bir his olabiliceğini kim bilebilirdi? Azer'in soluğu yaktı boynumu. Meraklanan sabırsız babam atlıları salmıştı arkamızdan. Bizi beraber görenlerin hoşuna gitmemiş olacaktır ki o vakit kaybetmeden düğün tarihini sordular.
Babam bu müjdeyi karşılıksız bırakmayacaktı elbet. Üç defa sordu Azer'e: "Irmağı aştırdın, ormanı savuşturdun, tek kızımın dilinin büyüsünü çözdün. Üç ulu keramet gösterdin obama, üç ulu iyilik. Üçü de ağırlığınca altın eder. Nedir dileğin söyle aşık. Dileğin buyruğum olacaktır, çekinme ne dilersen dile. Deli Türkmen'in obası zengin obadır, umarım dileğini karşılar." Üçünde de aynı cevabı aldı: "Dileğim sağlığındır, obanın erincidir." Babam bu cevabını kabul etmedi ve diretti. Bütün bu ısrarın sonunda Azer: "Beyim o halde kızın Yadigar'ı isterim. Dilinin büyüsünü çözdüm, ola ki yüreğinin kilidini de açarım." dedi.
Babamın beklentilerinden çok farklıydı bu istek. Önceden beşik kertildiği için babam bu dileği şiddetle geri çevirdi. Borcunun karşısında mahcup kaldı. Ama bu bize engel olmadı. Sevdiğimin yanına kaçıp at üstünde gezerek yaşamaya başladık. Ancak benim kilim dokumam, Azer’in saz çalması gittiğimiz her köyde iz bıraktığı için babamın peşimizden taktığı insanları atlatmamız güçtü. Sürekli yer değiştirdik, ta ki gidebileceğimiz başka yer, çalabileceğimiz başka kapı kalmayana kadar... Atlarımız bizi başladığımız yere geri getirdi, Deliyar uçurumuna. Birbirimiz olmadan bir hayat düşünemediğimiz için ikimizde tereddüt etmeden uçurumdan atladık.
Şimdi ise sonsuza dek korkmamıza ve kaçmamıza gerek kalmaksızın beraberiz. Ebedi aşkım Azer ile...